Hoşgeldiniz... Damsız girilebilir, ilk ve sonraki içkiler de bedava

19 Ağustos 2014 Salı

400 Gr

Mustafa Mutlu , uzun süre gazetecilik yapmış, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nde önemli görevler üstlenmiş , saygın bir gazeteci. Geçenlerde de bir kitap çıkardı. Adı; " Rica etsem saçımı biraz okşar mısınız?" . Birbirinden bağımsız gibi gözüken ama kitabın sonuna doğru kesişen hikayelerden oluşuyor. Bu hikayeler içinde yakın zamandaki referanduma kadar uzanan bir durum değerlendirmesi de var. Kitap 4. baskısını yapmış ve açıkçası ben de çok beğendim.

Bu hikayelerden bir tanesi beni oldukça etkiledi. Hikaye öleceğini öğrenen bir adamın, öldükten sonra yapmak istedikleri ile ilgiliydi. Adam biraz araştırınca öldükten sonra 850 C de yakılan insan vücudundan 400 gram kül çıktığını ve herbir 40 gram külün labaratuvar şartlarında üç aylık bir süre içinde elmas veya pırlantaya dönüştürülebileceğini öğreniyordu. Sanırım bu bilgi doğru bir bilgi. Adam bundan sonra ölümünden sonra yakılması için araştırmaya başlıyor ancak Türkiye'de yakılma işleminin yapıldığı Krematuryum lardan sonuncusunun Anadoluhisarı'nda olduğunu ve onun da kapandığını öğreniyor.Hatta Osmanlı döneminde azınlıklar için bir çok kremataryum bulunduğunu ancak bunların bizdeki adının tahaffuzhane olduğunu öğreniyor. Hatta 1930 larda Zincirlikuyu Mezarlığı yapılırken bir de kremataryum yapılması öngörülüyor ancak daha sonra bunun bizim örf ve adetlerimize uymayacağı gerekeçesi ile vazgeçiliyor. Belki de asıl büyük etken yaklaşık bir milyon doları bulan maliyet. İşin daha enteresanı bizde isteyen kişinin yakılma talebinde bulunma hakkı da var. Tabii kendini yaktıracak bir yer bulabilirsen. 


Adam sonuçta uzun araştırmalar, başvurular sonucunda İtalya'da bir kremataryum ayarlıyor ve son günlerini orada geçirip kendini yaktırıyor.

Buraya kadar olan kısmı biraz belgesel tadında olabilir ama hikayede adamın asıl amacı karısına sağlığında bir türlü alamadığı Tek taş Pırlanta yüzüğü bu vesile ile alabilmek. Bu yüzden planından sadece oğluna bahsediyor ve vasiyetinde de oğluna küllerinin ne kadarından elmas yapılıp ne kadarının nerelere savrulacağını da belirtiyor. Sonuçta adam ölüyor oğlu vasiyeti yerine getirip tek taş pırlanta yüzüğü annesine veriyor.


Hani "Her aklına geleni fikir zannetme" diye bir laf vardır ama aslında UNICEF gibi bir kuruluş dünya çapında bir organizasyon yapsa ve yakılmak isteyen insanlar bu organizasyona başvursa. Bu kuruluş her ülkedeki kremataryumların açılmasını ve işletilmesini de organize etse, organ bağışı yapar gibi yakılmak steyen insanların başvuruları ölümünden sonra değerlendirilip buradan üretilecek elmas , pırlanta gibi değerli taşlardan elde edilecek gelirle dünyada açlık çeken ülkelere ve insanlara fon sağlansa fena lmaz mı? Hem yıllardır tartışılan Kanlı Elmas olayı da bir nebze çözüme kavuşsa...

Mesela ben ilk gönüllülerden birisi olurum. Toprak altında böceklere yem olacağıma hiç olmazsa üç beş kişinin karnını doyurmaya katkıda bulunurum. Sadece 400 gramın, 20 gramının Kadıköy Şükrü Saraçoğlu Stadı'na, 20 gramın boğaza savrulması şartıyla.

Bir de temsili mezarımı ziyaret edecek herkesin mezarımın başında bir kadeh bir şey içmesini vasiyet ederdim Jim Morrison gibi......

Anne


Çok güzel bir kızdı. Kimse onu görüp de kayıtsız kalamazdı. Mutlaka dönüp defalarca bakma gereği duyardı. O ise hep bakışları uzaklara sabitlenmiş bir biçimde , ne olduğunu kimsenin tahmin edemediği düşüncelere dalardı. 

Sokaklarda yaşıyor ama tek kişilik dünyasında bunu çok da dert etmiyordu. O sokakları ev olarak benimsemeyi uzun zaman önce , hatta neredeyse gözünü açtığından beri kabullenmiş, uyum sağlamıştı. 

Pek sosyal sayılmazdı. Sadece yiyeceğe ihtiyacı olduğu zaman sokulurdu çevresine. Mahallede herkes onu tanırdı. Kabullenmişlerdi. Mahalleli evinden artan yiyecekleri ona getirirdi. Her zaman takıldığı kaldırımdaki esnaf lokantasından hakkına düşecekleri beklerdi umutla. 

Yaz aylari, mevsim normallerinin üzerindeki sicaklığı saymazsan en azından üşümemesi ve ıslanmamasi adına sevdiği aylardı. Gününü gölge ve serin bir yerde etrafını seyrederek gecirirdi. 

Bu rahatlık uzun sürmedi. Bir gün hamile olduğu anlaşıldı. Nasıl ve kimden olduğu bilinmez şekilde. Tek başına yaşadı hamileliğini. Sızlanmadan , naz yapmadan, aşerme lüksü olmadan. Bir mucize oldu beşiz doğurdu. Birbirinden güzel 5 bebek. 

Onlara korunaklı bir yer buldu. Mahalleli , onlardan biri olan annenin üzerine titriyordu. Onca olumsuzluğa rağmen her anne gibi bebeklerinin yanından ayrılmıyor, doymak bilmeyen afacanlara süt yetiştirmeye çalışıyordu. Sadece mahallelinin yiyecek getirmekte geciktiği zamanlarda süt vermekten bitkin düşen vücudunu güçlendirmek için o esnaf lokantasının önüne gidip bekliyordu gururlu bir sessizlikle. Sonra yine bebeklerinin yanına dönüyordu, her birini ayri ayri koklamak için. 

Gözleri açıldıkça rengarenk pırıltıları ortaya çıkan bebeklerin güzelliği , şanssizliklarına meydan okur gibiydi. Sesleri daha çok çıkıyor, ziyaretçileri daha çok artıyordu. Ta ki gece çöküp herkes kendi sıcak ve korunaklı evlerine kapanana kadar. Ondan sonra anne ve bebekleri için başbaşa geçirecekleri sokak saatleri başlıyordu. 

Birbirlerine sokularak uyudukları bu saatlerin sonu dramatik bir şekilde son buldu. Anne yiyecek bulma umudu ile bebeklerini bırakıp etrafa bakınmaya çıktı ve dikkatsiz belki de umursamaz bir sürücünün kullandığı aracın altında kaldı. Geride onu ve süt dolu memelerini sabırslıkla bekleyen beş bebek bırakarak. Belki o da ölümle yaşam arasindaki o bir kaç saniyede bebeklerini ve ne yapacaklarını düşünmüştü... 


Bu gerçek hikayenin kahramanları insan değil. Bir sokak kedisi ve yavruları. 

Okurken içinizi burkan şey bunu öğrendikten sonra da orada duruyorsa insanlık adına bir umut var demektir.. 

Yıllar Sonra

Bu başlığa bakınca yıllardır Kadıköy'e gitmediğim sonucu çıkmasın. Cumhuriyetimizin başkentini bırak yıllarcayı bir kaç gün görmesem özlerim. 

Beim yıllar sonraki Kadıköy'üm yıllar önce oturduğum Rıhtımdaki Nemlizade Sokak. 

Geçenlerde Kadıköy Çarşıda eskicileri, sahafları gezerken o sokağı ve o evi görmek istedim. O sokağa girmeyeli 15 yoldan fazla olmuştur. Beni ne dürttü bilmiyorum ama çarşı içinde kahve içip dolaşmaktan yorgun düşümüş bedeni dinlendirirken o sokağa gitmek için büyük bir istek duydum. 

Çarşıdan Rıhtım Caddesine doğru yürüdüm. Yazıcıoğlu'nun olduğu elektronikçiler çarşısı aynen bıraktığım gibiydi, köşedeki piyangocular, çakmaklara gaz dolduran tezgahlar da öyle . 

O zamanlar bütün müzik kasetlerimi aldığım bir kaldırım tezgahı vardı . Her yeni çıkan albüm, büyük mağazalara gelmeden onda bulunurdu. İçimden herhalde artık CD satıyordur diye düşünerek o kaldırıma baktım ama yoktu. Onun yerine ayakta dikilip, nereden edindiklerini bilemediğim son moda telefonları satmaya çalışan hırsız kılıklı tipler vardı. İlk hayal kırıklığım o oldu . 

Ben oturduğum zamanlarda Rıhtım Caddesi boyunca sıra sıra şehirlerarası otobüs firmalarının yazıhaneleri vardı . Kimisinin önünde koca otobüsler kimisinin önünde de yorgun ve mutsuz ifadeli yolcuları otobüse götürecek servisler dururdu. Ben de askere o yazıhanelerden birisinden bindiğim otobüs ile gitmiştim. Hepsi kalkmıştı , onların yerini irili ufaklı cafeler almıştı. Aslında bu hali ile daha güzel ve sıcak olmasına rağmen hatıralardaki görüntünün değişmesi bir burukluk yaratmadı değil. 

Her hafta sonu gazete ve sigara aldığım bayii gazete satmayı bırakmış, sosisli, çirkin görünümlü sandwiçler satan bir fast food olmuştu ama yaşlanmış olsa da sahibi aynıydı . 

Değişmeyen az sayıdaki mekandan biri köşedeki birahaneydi ve günün her saati kırmızı yanakları ile orada birasını yudumlayan müdavim ayyaşlar . Bir de eczane . Karşıdaki minibüs durakları şimdi İETT otobüs durağı olmuş . 

Benim sokağın başına gelince garip bir heyecan bastı içimi . Gözüm önce sokağın başındaki tavuk-pilav arabasını aradı, onun çıkması için daha çok çok erken bir saat olmasına rağmen . O pilavcı komşumdu , benim oturduğum apartmanın üç bina üstünde zemin katta otururdu karısı ve çocukları ile . Zemin dediysem yerin altı . Karısı gündüzden pilavı tavukları yapar o da hava kararınca arabasına yükleyip sokağın başına inerdi. Şaka maka iyi de müşterisi vardı . Yaşıyor mu diye merak ettim , bir akşam mutlaka gidip bakacağım. İşin garibi orada otururken onca yıl yemediğim pilavından mutlaka yiyeceğim bu sefer . 

Sokak hemen hemen hiç değişmemişti. Sadece sıcacık ekmeklerine abone olduğum fırının yerini şık bir kitapçı almıştı . Keşke o zaman da olsaydı diye üzüldüm . Onun dışında bitişik binamızdaki Erzurumlular Derneği, bakkalımız, ortopedik malzemeler satan dükkanımız yerli yerinde duruyordu . 

Benim oturduğum ev de ... 

Uzun uzun baktım eve , bir sürü şey hatırlıyor insan şimdi başkalarının perdelerinin asılı olduğu o eve bakarken . Soba ile ısınmaya çalıştığın soğuk kış günleri, doğal gazın gelmesi ile kalorifere kavuşma ve bunun hissetirdiği zenginlik hissi, gelip giden arkadaşların , sevgiler , kavgalar, ölümler , doğumlar . 

Herhalde yeni sakinler emekli öğretmen falan olmalıydılar . Camda "özel ders verilir " gibi bir kağıt asılı idi . Biraz daha dursam kapıyı çalıp " kusura bakmayın ben burada yaşamıştım, uğramak istedim" diyecektim. Ama demedim . 

Garip bir şekilde iyi geldi bu bana . Biraz hüzünlü, biraz özlem dolu ama genel oarak iyi geldi . 

Benim Semt'im

Benim Semt'im

İnsan doğup büyüdüğü yerleri hiç mi terketmemeli ? Yoksa belli bir süre uzak kalıp sonra geri mi dönmeli ? 

Hiç terk etmeyenlerde bir sıkılmışlık , monotonluk duygusunun yerleşmesine karşılık gidenlerde de neleri kaçırdığı endişesi olmuştur geri döndüğünde. 

Ben Pendik'de doğup büyüdüm. Üniversiteyi bitirene kadar da orada yaşadım. Sonra şartlar bir anda Pendik dışına attı beni. Aile hala orada olmasına rağmen onları ziyaret ettiğim zamanlar , bıraktığım Pendik'i tekrar görmek için yeterli olmadı. Arada çocukluk arkadaşları ile buluşulup içilen rakılar, lise toplantılarını , mahalle buluşmalarını saymazsak da yirmibeş yıllık bir ara verdim semtime. 

Geçen haftayı orada geçirdim, Bir yılda bile her şeyin değiştiği bir dünyada yirmibeş yıl sonra semtime döndüm. 


Doğal olarak öncelikle sana çocukluğunu, ergenlik dönemini hatırlatacak detayları arıyor gözler. Önce evinin kokusunu alıyorsun , tıpkı bıraktığın gibi. Eşyaların çoğu aynı yerinde duruyor. Daha önceki gidiş gelişlerinde bunu fark etmemiş olmana şaşırıyorsun. Sonra sokaklarda yürüyorsun , her bir metresinde binlerce anı biriktirdiğin sokaklarda. Yirmibeş yıl boyunca değişmemiş o kadar çok şey var ki, mutlu hissediyorsun kendini ve güvende. 

Aynı sokaklarda, aynı ganyan bayii önünde aynı kişiler, sadece biraz yaşlanmışlar, göbeklenmişler ve bunca zamandır olduğu gibi bu defa bulacakları altılının tükenmez umudu yüzlerinde. Selam veriyorsun tanıdıklara, sanki hiç gitmemişsin gibi karşılık buluyorsun. Kimse "Nerelerdesin? Neler Yaptın? " falan diye sormuyor. Sorsalar bu kadar iyi olmayacak , anlatmak istemediğin o kadar çok şey var ki... "İyi , nolsun " deyip devam ediyorsun . 

Kentsel dönüşüm denen anı öğütücüsü buraya uğramamış çok şükür. Sağlı sollu bahçe içinde tek katlı , iki katlı evler yerli yerinde duruyor, değişmemiş sahipleri ile. Sadece bazılarında çocuklar devralmış nöbeti , ölen ailelerinden. Çoğu apartman da mutlaka bahçe içinde . Tüm sokaklarda yaygın bir çiçek kokusu . Aynı sucu , bakkal döşemeci . Hayret her yerde bir sürü esnaf kepenk kapatırken bunlar bunca yıldır duruyor . Bir kaç yeni nesil cafe var sağlı sollu . İşte Şık Şık Hüseyin'in berberi bile duruyor. Bütün okul traşlarımı yapan . Giriyorum öpüşüyoruz çay içsene diyor . Yok diyorum gideyim ben . Hayret Şık Şık 'ın saçlar dökülmüş . 

Hala sokak kedileri, köpekleri , kuşları çok mutlu burada . Her evin , apartmanın , esnafın sahiplendiği kendi sokak hayvanları var . Onlar da biliyor bütün gün dolaşsalar bile karınlarını doyurmak için hangilerinin hangi bahçeye gitmeleri gerektiğini. Yine karbüratörcünün önü kedi dolu. Mahallenin en bıçkın delikanlılarından birisi Tekel dükkanı açmış, içerde doğum yapmış bir kedi ve yavrularına bakıyor gözü gibi . Tüm sokak hayvanlarının bir adı var ve herkes biliyor. Ben de öğrendim bir haftada çoğunun adını. Yıllarca babasının ölmesini ve ondan kalacak mirası bekleyen Kazım bir otopark işletiyor. Yirmi yirmibeş araba kapasiteli. Açık otoparkın tek kapalı yeri yirmidört saat dumanaltı. Açık havada bile hafif sallanırsın içeriden sızan dumandan . Onlar da üç arabalık yeri boş bırakmışlar yavru kediler var ezilmesin diye . Anneleri kim ? Diye sordum , mahallenin orospusu dediler . Birazdan geldi kıvırta kıvırta dünya güzeli , upuzun tüylü bir tekir . 

Denizin kokusu artık biraz daha uzaktan geliyor ama geliyor. Hilkat garibesi binalar yapmak için doldura doldura uzaklaştırdılar denizi. Bir de marinamız var artık ve çok da havalı . Ama semtin yerlileri adımını atmıyor, belki de kendilerince protesto ediyorlar ellerinden alınanı . Ayağımızı iskelesinden denize sallandırıp saatlerce oturduğumuz kayıkhanenin olduğu yerden şimdi deniz gözükmüyor. 

Sabahları arazöz yolları , ara sokakları suluyor . O yaz sıcağında serinliyor ortalık ve çiçek kokusu daha keskin duyulmaya başlıyor. 

Orada kalan arkadaşların tam da bıraktığın yerdeler. Hiç zaman geçmemiş gibi. Adeta bugün , 1930 larda kalmış Küba gibi . Yine aynı okey kareleri kuruluyor. Yancılar okey masalarında hala aynı kişilerin yanında. Yine ayağı yaramamakla, uğursuz gelmekle suçlanıyor. İşinde gücünde olan , fabrika sahipleri hala onbeş liralık parti için bir birini yiyor. Gidiyorsun yanlarına , yine yıllar sonra gelmiş arkadaş muamelesi yok , hep oradaymışsın muamalesi var . " ne içiyosun? " diyorlar taşları dizerken . Kendin bile şüpheye düşüyorsun Ulan acaba ben hakikaten gitmedim de bütün bunlar rüya mıydı ? Diye. 

Hala her şeyin en iyisini bildiğini ve yaptığını iddia eden arkadaşın işsiz , hala aynı sahtekarlar , eski futbolcular. Hala aynı tartışmalar . Deliler bile yerli yerinde . O bile görüp isminle seslenip sigara istiyor. 

Büyüdüğümüz kahvemiz Bokluca'nın yerini Çitlenbik almış . Yaz akşamları herkes orada . Yine çay çekirdek var masalarda . Tek fark eskiden sahildeki kuruyemişçinin kuyumcu titizliği ile tartıp sarı kesekağıdına koyduğu çekirdekler şimdi hazır parlak ambalajlarda . Yine ay çekirdeği çok populer ama ben kabak çekirdeği severim . Onu da hatırlıyorlar . Bokluca'da olduğu gibi herkesin masası belli . 

Eski kayıkhane tarafında aynı kızlı erkekli grup var , şamata sağlam. Çünkü orada alkol var . Sotada biralar içiliyor. Cıgara da var . Elden ele dolaşıyor sana da geliyor. Derin bir nefes çekiyorsun ve sen de kabulleniyorsun bu hiç gitmemiş gibi olmayı . 

Burada başladı burada bitmeli diye düşünüyorsun , belki sabah kimse görmeden tenha bir yer bulup o yirmibeş yılı gömersin derinlere , bir daha çıkarmamak üzere ve beş dakika erken gidip okey masasında bir sandalye kaparsın . Elin kötüyse çay , iyiyse meyva suyu söylersin .....