Hoşgeldiniz... Damsız girilebilir, ilk ve sonraki içkiler de bedava

30 Eylül 2010 Perşembe

Alkol Durumları

Hayatım boyunca imrendiğim insanlar vardır. Bir içki masasında kararını bilen, o karara geldiğine " Yok abi ben tamamım, limitim doldu" diyebilen. Mesela " Abi ben 3 kadehten fazla içmem" prensiplerine sahip ve sadık insanlar. Bayılırım bunlara, bayılırım derken aynı masada olmak sinir bozucudur ama kararlılıklarını, prensiplerine sadakatlerine de saygı duyar hatta imrenirim.

Ben hayatımın içki içtiğim hiçbir döneminde böyle olamadım. Düşünüyorum da herhangi bir ortamda, masada " Ben daha fazla içmicem" dediğim bir an hatırlamıyorum. Benim için içki içmek demek oturup bokunu çıkarmak demek. uyanık kaldığın sürece içmeye devam etmek demek. Hani kimileri vardır ya " Ağzıma sürdüm mü bırakamam " modeli. İşte ben de onlardanım. İçilmemiş her duble eksiktir tadındadır alkol benim için.

Ha alkolik miyim? hayır değilim. Benim olayım bir vesile ile masaya oturmakla başlıyor. Mümkünse boşluk olmaksızın oturduğum sürece, oradan başka bir yere gittiysem orada, hatta eve döndüğümde yatana kadar devam edeyim isterim.

İşte asıl hikaye buradan sonra başlıyor.

Buradan sonra dediğim o alkollü yatışın sabahında.....

Sabah uyandığımda benim ilk refleksim tavana bakmak olur. Öncelikle kendi evimde kendi yatağımda uyandığımdan emin olmak isterim. Tam o anda da sanki tamamen suyu çekilmiş vücudumu, nefes alamadığımı, içtiğim ve karıştırdığım içki durumuna göre baş ağrımı hissetmeye başlarım.

İkinci refleksim cüzdanımı, cep telefonlarımı kontrol etmek olur. Gecenin genelde belli bir saatten sonrası flu olduğu için bunları unutup unutmadığımdan asla emin olamam. Şaşırtıcı bir şekilde de her seferinde her şeyimi eksiksiz olarak getirdiğimi fark ederim.

Sonra yatakta bir süre yatıp akşam neler olduğunu, filmin nerede koptuğunu hatırlamaya çalışırım. İlk etapta bu fazla bir işe yaramaz. Hep boşluklar vardır. En karanlık ve boşluk tarafı ise eve nasıl geldiğimle ilgilidir. Hele bu arabam ile olmuşsa dehşete kapılırım.

Sonra gittikçe kendini hissettiren baş ağrısı ile birlikte  yataktan kalkıp  kendimi mutfağa atarım ve dolaptan buz gibi bir Cola alıp genelde bir dikişte bitiririm. O buz gibi Cola nın genizden yaka yaka geçtiği saniyelerde akşama ait ufak kareler belirmeye başlasa bile hala herşey net değildir.

Tuvalet faslı da bitip kendimi soğuk duşun altına  bıraktığım nokta en kabus noktadır. çünkü bazı şeyler daha net hatırlanmaya başlar. " Siktirrrr !!" , " Hay mına koyimmmm"  feryadları patlamaya başlar. Gece sıçtığım bokları nasıl temizleyeceğimi düşünerek duş faslını tamamladıktan sonra , sabahın en ürkütücü bölümüne gelir sıra. Cep telefonunun kontrolü...

Mesajları korkarak açarım, hatta her seferinde "ulan acaba okumadan silsem mi?" diye de aklımdan geçiririm. Gelen mesajlar genelde " allah belanı versin!", " ne diyosun olm sen?", " yanımda erkek arkadaşım var mesaj atma bana " tadında olunca o kafayla göndermiş olduğum mesajları tahmin etmek çok da zor olmaz. Sonra aramalara bakıp kimlere sardığıma bakarım. Bunların bir kısmı önemli değildir. Çünkü içip sarmalara alışkın olanlar vardır, aynı anda kafası benden beter olup sardığımı hatırlamayanlar vardır. Bunun yanında hiçbir şekilde telafisi olmayan sarmalarım da vardır. Mesela bir seferinde Berhan Şimşek'e Demokratik Sol un dünü bugünü yarını konulu bir sarmam vardır ki anılarımın utanç klasörünün en müstesna köşesinde yer alır.

Sonra korkarak akşam beraber olduklarımı aramaya başlarım. Klasik "Naber? Nasılsın?" muhabbeti ile başlarım. Zaten olağanüstü bir durum varsa onlar söyler. Yoksa en azından akşam kısmı sorunsuz geçmiş demektir.

Mesela en son Batum'da bir yerde içerken yanıma tesadüfen orada olan bir arkadaşımın geldiğini, benim onu tanımadığımı iki üç gün sonra Facebook dan mesaj gönderince öğrendim. Gerçi o günün sabahında nerede olduğumu idrak etmem on dakikayı bulmuştu. Hatta bir ara organ mafyasının beni kaçırdığını bile düşünmüştüm.

Doğal olarak sabah faslı "Ulan bir daha bu kadar içersem kainat siksin beni" yemini ile devam eder. Bu yemin de ta ki bir içme programı için telefon çalana kadar devam eder.

Yani her içki akşamı benim için süprizlerle dolu olabilir. Hele bir de etrafındaki herkes senin gibiyse..

Neyse ben şimdi içmeye gidiyorum....

26 Eylül 2010 Pazar

Benim Blogum Vardı Di mi?

Yazmayı seviyorum. Dertleşmek için, küfretmek için, birileri ile taşak geçmek için, aşk ilanı için, artık sevmiyorum itirafı için kısaca herşey için.

Ama ben biraz eski usul yazmayı seviyorum. Çeşit çeşit defterler alıp, onları daha sonra unutacağım şekilde sınıflandırıp, hangi deftere hangi konuda ne yazdığımı bulamayacak şekilde yazmayı seviyorum.Kalemin kağıt üzerindeki hışırtısını da seviyorum, kendimin bile okumakta zorlandığı el yazımı daha sonra görmeyi de.

Teknoloji karşıtı olmadığım gibi tam bir elektronik manyağı da sayılırım. bu gelenekçi tutumum sadece yazma konusunda. Belki yazdıklarımın kağıt üzerinde kalması bir anlamda mahremiyetini koruyor olmasıdır. Neblim işte şimdiye kadar öyleydi.

Uzun süre önce bir arkadaşım " Neden bir blog açmıyosun? " demişti ve o akşam o gazla ve biraz da alkolün verdiği hassasiyetle bu bloğu oluşturmuştum. Sonra ayılınca da açtığımı unutmuştum. Alışmadık götte don durmaz misali ben kağıt kaleme devam ettim durdum.

Yine aynı arkadaşım yine içerken "Ne oldu lan blog?" diye sorunca hatırladım bu sayfayı. Bundan böyle de kullanmaya karar verdim. Aklıma geldikçe buraya da birşeyler karalayacağım. Defterelerimde olduğu kadar samimi ve dürüst olabilecekmiyim bunu zaman gösterecek. Ama en azından daha kolay ulaşılabilir ve güvenli bir arşiv olacağı kesin. Eğer becerebilirsem defterlerimden de aktarmalar yapacağım. O günün koşullarındaki ruh halimin bugün ne kadar komik geleceğini de bile bile..

Dilerim birkaç sene sonra Aa benim blogum vardı Vol 2 yi yazıyor olmam.

Böyleyken böyle işte...