Hoşgeldiniz... Damsız girilebilir, ilk ve sonraki içkiler de bedava

13 Mart 2017 Pazartesi

KARALAMALAR-7


1.ŞUBAT.2106
İSTANBUL


"Dünyanın en güçlü insanları,en çok yalnız kalabilenlerdir.Henrik Ibsen "


Çekip gidebilmeyi istiyor insan,arkasına hiç bakmadan, arkasındakileri hiç düşünmeden.Hatalarını, günahlarını,sevgilerini,aşklarını,hayal kırıklıklarını bir çırpıda bırakabilmeyi istiyor. Hem de çok tutkulu biçimde istiyor bunu. Hiç birşeyi bu kadar istemediğini hissederek.

Çünkü akılda olmuyor bu bırakmalar beden bir yerlere gitmedikçe. Hep görmeye alıştığın bir hayatı görmeye devam ettiğin sürece bırakmış olmuyorsun.  Hep bir şekilde ayağına dolaşıyor o yaşananlar.  Hep keşkeleri ve çokça da belkileri cebinde taşıyorsun gittikçe ağırlaşan bir yük olarak. Öyle bir yük oluyor ki her adımda , bir sonraki adımın çok daha zor olacağını biliyorsun.

O yüzden yaşanan her şeyi geride bırakmak için gitmek istiyorsun. Gitme hayallerinin vazgeçilmez dekoru bir sırt çantası ile gitmek istiyorsun. İçinde geçmişe dair bir şey olmayan bir sırt çantası ile. Birkaç defter , bolca kalem, üç beş paket sigara yeter. Acele etmene gerek yok, yavaş yavaş . Hatta belki yürüyerek veya bir bisikletle ,o güne kadar hiç gitmediğin bir yöne doğru ve o güne kadar hiç geçmediğin yollardan geçerek. Öyle yollar ki ; o güne kadar hiç görmediğin türde ağaçlar, çiçeklerle bezenmiş olsun, gördüğün herşey yeni olsun.

Soluklanmak için oturduğun bir kahvede, çayını içerken , nereden geldiğini soranlara , cevabı hatırlayamayacak kadar uzaklaşmak. Nereye varacağını bilmeden gitmek istiyorsun.Varmak istediğin yerle ilgili bir hayalin de olmasın. Sadece o yere geldiğinde "Evet, hayatım boyunca burayı arıyordum, olmak istediğim yer burası işte ! " diyebileceğin yeri bulana kadar gitmek istiyorsun.
Tam o yere geldiğinde sırt çantanı bir kenara fırlatıp, bir taşın üzerine oturup bir sigara yakmak istiyorsun. Ve aklından " Geldim lan iste, ne var ne yok geride bıraktım ve geldim" diye geçirmek istiyorsun.

Bildiğin her şeyi unutup,sadece orada yaşamak için gerekli şeyleri bilmek yeterli. Cebinde taşıdığın ne kadar yük varsa hepsinden kurtulmuş şekilde..

8 Şubat 2017 Çarşamba

KARALAMALAR-6

Dalay Lama’nın kedisi ne kadar güzel ne kadar sıcacık bir kitaptı. Budizmin en temel ilkelerini , etrafa minik bir kedinin gözünden bakmak hem çok sevimli hem de bir o kadar öğreticiydi. Üşümüş , ölmek üzere olan bir minik kedi yavrusunun Dalay Lama tarafından sokakta bulunarak kurtarılması ve tapınağa alınması ile başlayıp, dünyayı onun gözünden keşfetme ile  devam eden ve onun da ergen bir kedi olma yolculuğuna tanıklık eden nefis bir kurguydu. 
Buddha felsefesini her zaman kendime yakın buldum ana hatları ile. Özellikle “Tüm Canlıların mutluluğu için çabalamanın iç mutluluğu getireceği” ana fikri şu anki dünyanın genel problemini açıklıyor sanırım. Çünkü istisnasız tüm canlılar mutlu anların tadını çıkarıp acılardan uzak durmak ister.. 
Kitap içindeki kurgulanmış küçük hikayelerde hep vurgulanan şey ; önemli olanın etrafımızda oluşan koşulların değil ,bizim onları nasıl gördüğümüzün önemli olduğu. İçinde yaşadığımız koşullardan mutsuzluk yaratmak yerine bu koşulları zihinsel bir algı ile süzgeçten geçirip algılayış biçimimizi değiştirmeyi en önemli ödev olarak sunuyor. Bunu bu şekilde yazınca tamamen teorik ve gerçekleştirmesi imkansız NLP saçmalıklarından biri gibi dursa da kitaptaki hikayeler üzerinden gidince hiç de zor olmadığını hatta etrafımızdaki bir sürü irili ufaklı örnek için bunu kolaylıkla gerçekleştirebileceğimizi görüyoruz. 
Ertelemeden doğru olanı yapmak, bunu yaparken çevremizdeki tüm canlı hayatın mutluluğunu ilk hedef olarak belirlemek,işten , güçten, korkulardan, alışkanlıklardan, mahalle baskısından sıyrılarak yapmayı istediğimizi ve yapmamız gerekeni yapmak. 
Bizi yönlendiren, peşin hükümlere iten tüm önyargılardan arınarak etrafa bakmak zaten bütün bunları gerçekleştirmeyi kolaylaştıracaktır. 
Hayatta acılar dediğimiz, endişe,hayal kırıklığı,üzüntü,korku gibi olumsuz duygularıın üstesinden gelmek için gerçekten bunlardan uzak kalmanın yollarını bulmalıyız. 
Bunun da en kestirme yolu tüm bu acıların kaynağını bulup onu yok etmek. Ölüm ve hastalık gibi kontrol edilemeyen acılar için  bunların, tüm canlılar için doğal yaşamın bir parçası olarak kabullenmek en kolay yol olacaktır. 
Bazı şeyler, bizim acı diye tanımladığımız bir sürü duygunun ortak kaynağı olabliyor. bu bir insan olabilir çoğunlukla veya bir yer ve belki de bir eşya. Bu kaynaktan kurtulmak, hayatından çıkarmak beraberindeki bir sürü acı veren duyguyu da bertaraf etmek anlamına gelebilir. Bunun için de vazgeçilmez sandığımız şeylerin ne kadar vazgeçilmez olduğunu, vazgeçmenin bize neler kazandırıp neler kaybettirebileceğinin muhasebesini iyi yapabilmeliyiz. 
İçinde bulunduğumuz ortam ve bu ortamın getirileri, bambaşka bir ortamın bize getireceği huzur ve mutluluk yanında daha mı değerli acaba? Sadece mevcut durumu değiştirme korkusu veya tembelliğinden dolayı bu acıların bir çoğuna katlanıyor olabilir miyiz? 
Koşulları değerlendirip ölçen ve hangisinin bizim için daha iyi olduğuna karar veren bir terazi yok. Alternatif koşulların hangisinin daha mutlu edeceğini kıyaslayacak parametreler de kişiden kişiye değişecektir elbette. Herkesin mutluluk parametreleri birbirinden farklıdır veya tolere edebileceği acılar da öyle. 
O halde yapılması gereken öncelikle kendi mutluluk ve huzur kriterlerimizi doğru ve dürüst biçimde belirlemek ve bunu etkileyecek gelir, para ,statü gibi yan etkenlerden arındırmamız gerekiyor. Geçmişin etkileri ve geleceğin beklentilerinin bugünkü huzursuzluğumuzun en büyük kaynağı olduğunu da unutmadan en kısa zamanda o içe dönüşü yapıp olmak istediğimiz yeri bulmamız gerekiyor.
Ve tekrarlamak gerekirse diğer tüm canlıları mutlu edebilmeyi hayatının merkezine koymak  gerçek huzuru yakalamanın olmazsa olmazı. 
Yine bu kitapta kendi doğrularımızı, bizi mutlu edecek doğru kararları vermemize engel olan, kendimizi gerçek manada tanımamızda engel teşkil eden ve çok da sık yaptığımız bazı hatalardan bahsediyor. Bunu kendi hayatıma uyarladığım zaman bu hataları hem de oldukça sıklıkla yaptığımı gördüm. Çok basit gibi duruyor ama işte tüm bunlar sukuneti bulacağımız kararları almamızı geciktiriyor. Çünkü bu hataları yaptıkça kendi içsel hesaplaşmamızı geciktiriyoruz. 
Mesela hayatımızdaki her olumsuzlukta suçu başka bir yerde aramak.Başka bir kişiyi,ortamı,hatta zamanı suçlamak.Eğer somut bir şey bulamıyorsak da suçluyu yaratmak. Oysa tüm bunlar olurken bizim bunu hangi aşamasında nasıl değiştirebileceğimiz veya yarattığı olumsuzluklar büyümeden neresinde dönebileceğimiz konusunda hiç kendi kendimizle yüzleşmiyoruz. Bunu yapsak bile bu yüzleşmeyi yine bir suçlu yaratarak tamamlıyoruz. Çünkü suçlu biz değilsek çözmemiz gereken bir şey de yoktur. Oldukça tembel bir bakış açısı değil mi?
Kendi içimizde bunları yaşarken bir başka hata daha yapıyoruz. Başkalarına, kendi içinde bulundukları sorunları çözmeleri konusunda katı, ödünsüz fikirler verebiliyoruz. Bu fikirlerin o sorunla baş edebilmeleri konusunda tek ve en doğru yol olduğunda ısrarcı olabiliyoruz. Bunu yaparken onun içinde bulunduğu koşullar, duygusal durumu ile fazla ilgilenmeden sadece kendi baktığımız pencereden bunu yapıyoruz. Oysa bizim yapmamız gereken ona bir yol göstermek değil o koşullarda onun çıkışını sağlayabilecek tüm yolları göstermek ki bunların bazıları bizim bakış açımıza çok ters gelse bile. Çünkü zor durumda olan bir insan için güç olan bir yol bulmak değil o anki koşullarda uygun olabilecek tüm yolların tamamını görememek. Biz ona görmediği yolları da gösterip kararı ona bırakmalıyız. Hepimiz bulunduğumuz yaşa,konuma kendi hikayemizi yaşayarak geliyoruz. Hepimizin hikayesi kendi içinde kendi etkileri altında. Yani herkesin yaşam hikayesi birbirinden farklı etkiler altında gelişiyor. Böyle bir durumda kendi hikayemizi referans alarak en doğrunun kendi hikayemizden çıkaracağımız sonuçlarla bulunacağını düşünmek üyük hata olur. Herkesin kendi hikayesinden kendi sonuçlarını ve kendi çıkış yolunu bulmasına yardımcı olmak gerçek bir destek olur. 
Aynı şekilde öfke,hayatta çektiğimiz acıların en büyük sebeplerinden birisi. Çoğu zaman öfke içinde yanlış kararlar alıp çok yanlış sözcükleri sarf edebiliyoruz. Ve bunların önemli bir bölümü de normal koşullarda yapmak, söylemek istemediğimiz şeyler oluyor. Yanlışı yapmamak daha sonra bunu düzeltmeye çalışmaktan daha az zahmetli. Sabır konusunda bir iç eğitime hepimizin ihtiyacı var. Bugünlerde etrafımızda olan bitene bakınca öfkelenmek için oldukça fazla sebep var ama unutmamalı ki sabır ve öfke kol kola gezen kavramlar. Aynı Ying Yang gibi. Öfke hayatımızın karanlık tarafı ise sabır bizi huzura yöneltecek olan tarafı. 
Her insanın olduğu gibi bizim de mutlaka zaaflarımız var. Çoğu zaman bu zaafları yok saymayı veya gizlemeyi tercih ederiz. Bu da bizim adımıza hayatı güçleştiren unsurlardan bir tanesi. Oysa bunları kabullenip bunlarla yüzleşmek kendimizi daha hafif hissettirecektir. Bu insan ilişkileri için de geçerli. Arkadaş, sevgili,karı,koca her neyse birisi ile beraber olma isteiğimiz doğaldır. Sonuçta sosyal ve belli temel ihtiyaçlar barındırıyoruz ama bu isteğimizin karşımızdaki kişi veya kişilerin de bunu istemeye devam etmesi ile sınırlı olduğunu kabullenmemiz gerekiyor. Bunu kabullenemediğimiz noktadan itibaren acılar başlıyor. Dolayısıyla öncelikle beklentilerimizin nereden olduğunu ve en önemlisi de bu beklentilerin muhatabının bunun farkında olup olmadığını iyi anlamamız gerekiyor. Ya da o muhatabın gerçekten bu beklentiyi yerine getirebileceğinden, bunu yapmak isteyeceğinden emin olmamız. Bunların cevaplarını bilmeden gerçekleşmeyen beklentiler için mutsuz olmak da biraz saçma ve anlamsız oluyor. 
Bir kitaptan başladık nerelere geldik. Ama işin özü hep aradığımız mutluluk denen şey aslında basitlikten geçiyor ve kendi kendimizi doğru bir şekilde keşfetmemizden. Neyle mutlu olacağımızı iyi anlarsak işimiz kolaylaşıyor.. Ve mutluluk bulaşıcı. Etrafımızda ne kadar mutlu canlı olursa bu bizi de mutlu edecek. Yani önceliğimiz hep etrafımızdaki tüm canlıların mutluluğu için uğraşmak. 




31 Ocak 2017 Salı

KARALAMALAR -5

İntihar hiçbir zaman bana çok uzak veya çok radikal bir karar gibi gelmedi. Her insan hayatının bir döneminde o eşiğe çok yaklaşabilir. Bir an gelip hayatla aranda bir bağ, geleceğe yönelik bir umudun kalmadığını düşünebilirsin. 
Bu bir korkaklık veya kaçış değildir, Hayatında dair bir karardır. Elbette Schopenhauer gibi bu kararı çok kutsayacak ve erdemli bir davranış olduğunu savunacak da değilim ama fiziksel veya manevi acılar içindeki bir insanın buna son verme kararına da saygı duyarım.
Bu yaşıma kadar çevremden iki kişi bu zor yolu seçti. Biri yakın çevremden sayılabilirken diğeri nispeten daha uzaktan tanıdığım kişilerdi. Elbet ikisinde de derin bir şok ve üzüntü yaşadım. Ne de olsa bildiğin birilerinin yaşamdan vazgeçmesi çok kolaylıkla atlatabileceğim bir durum değildi. 
Onların kararını değerlendirip sorgulamak benim haddim değil. Hele bu karar öyle kolaylıkla alınabilecek br karar değilken. Ben daha çok bireyler olarak çevremizle ilişkilerimizi sorguladım. 
Arkadaşlarımız var, dostlarımız,akrabalarımız. Birlikte anları paylaşıyoruz. Yeri geliyor gülüyoruz, şarkılar söylediğimiz oluyor, şakalaştığımız, birbirimize takıldığımız veya saatler boyu karşılıklı içtiğimiz. Birbirimize abi dediğimiz de oluyor kardeşim dediğimiz de. Çünkü öylesine yakın hissediyoruz ve birlikte zaman geçirmekten de büyük keyif alıyoruz. 
Acaba gerçekten öyle mi? Gerçekten O kadar yakın mıyız birbirimize? İşte bak tanıdığımız insanlar kendi hayatından vazgeçebilecek bir ruh halindeyken biz onların yanında olamıyoruz. Kendisini soğuk sulara bırakan arkadaşımızı tutup engelleyemiyoruz veya başka bir arkadaşımızın boynundaki ilmeği çözüp çıkaramıyoruz. Belki onların o an göremediği arka kapıyı onlara gösteremiyoruz. Hayatla ölüm arasındaki o saniyelik çizgide hayat tarafına çekemiyoruz. 
O zaman nerede kaldı samimiyet? Demekki yüzeysel ilişkiler içinde zaman geçiriyoruz ve sadece kendimiz için iyi olan zamanları yaşamaya çalışıyoruz. Yanımızdakileri yeterince anlamaya çalışmadan. İşte bu samimiyetsiz ilişkiler beni daha çok yalnız olmaya itiyor belki de. En zor , en çok desteğe ihtiyaç duyduğunda yanında olmayacağın biri ile bir iletişim kurmak doğru gelmiyor. 

Bu vesile ile bu iki tanıdığımdan da o en zor karar anında yanlarında olup destek veremediğim için binlerce kere özür dilemek istiyorum. Affetsinler her neredelerse.....

17 Ocak 2017 Salı

KEDİLER, KÖPEKLER VE İNSANLAR


Sokak hayvanlarını özellikle de sokak kedi ve köpeklerini çok severim. Hayranlık boyutunda çok severim. Zaman zaman acıma, üzülme ,şefkat duyguları karışsa da onlara karşı ağırlıklı hissiyatım hayranlıktır. Tüm olumsuzluklara rağmen yaşam mücadelelerine, ufacık şeylerden keyif alabilmelerine, kendilerine kolaylıkla konfor alanları yaratabilmelerine,  sadakatlerine, vicdanlarına, dünyayı umursamadan uyuyabilmelerine büyük saygı duyarım. 
Sokak köpeklerinin o hep bir aceleleri, yetişmeleri gereken bir şey varmış gibi hızlı hızlı yol almalarına bayılırım.Geç kaldıkları bir randevuya koşturur gibi karşılarına çıkan insanları görmezden gelip sadece gittikleri yöne odaklanan halleri. Bazen karşılaşıp başını okşamak istediğinizde bir an durup buna izin verip sonra “ kusura bakma geç kaldım” dercesine aynı hızlı adımlarla yollarına devam etmeleri. Onlarla konuşurum ben, sabahları selamlaşırım, hal hatırlarını sorarım, sanki onlar da bana cevap verir. Bakışlarla anlaşırız biz. Canlarını sıkan bir şey varsa anlayabilirim. Veya ilk defa gördüğüm bir sokak köpeğinin tavrından ,bakışından onun yaşadıkları ile ilgili fikir sahibi olabilirim. Kötü ,acılı bir geçmişi varsa o hüzün gözlerine yerleşir çünkü onların, sitemkar bakar bana. “Neden?” diye sorar. “Ne yaptım ben sana da beni tekmeledin, sokağa attın, kovaladın, işkence yaptın, tecavüz ettin? Sadakat ve koşulsuz sevgiden başka ne verdim ben sana da bana bunları layık gördün?” diye sorar o hüzünlü gözler. Boğazım düğümlenir, cevap veremem. Utanırım sadece, İnsan olmaktan, bu kadar kötü olmaktan utanırım. Affet bizi diye boynuna sarılmak isterim. Yağmurda , karda, soğukta sırılsıklam olmuş , kaçacak sığınacak bir yer bulamayan bir sokak köpeği görürsem ben ondan daha çok üşürüm. Bana kuyruk salladıklarında mutlu olurum , güvenleri için teşekkür etmek isterim onlara. 
Sokak kedileri daha farklıdır. Onların da o özgüvenleri, kimseye minnet etmeyen halleri aşık eder beni kendilerine. Sürekli bir dünyayı izleme halleri vardır onların. Bulundukları çevreye en hakim yerden çevrelerinde olan biteni izlerler büyük bir dikkatle. Bazen onların bunları kaydettiğini bile düşünürüm, ileride dünyayı ele geçirirlerse kullanmak üzere. Sanki bir yerde bu dünya ile ilgili çok çok büyük bir arşivleri varmış gibi gelir ve sanki birgün bizim bu dünyaya yaptıklarımızın hesabını bu delillerle soracaklarını hayal ederim hatta hayal etmekten öteye için için dilerim. Şartları ne kadar kötü olursa olsun o vakur ve dik duruşlarından asla vazgeçmezler. Karnını doyurursun, yemeğini yer ve gider. Bunun için dönüp de teşekkür etmesine gerek yoktur çünkü. Sen onların doğal yaşamlarını ellerinden alıp, her tarafı binalarla doldurup ondan sonra verdiğin iki lokma için minnet beklersin ve alamayınca da nankör diye yaftalarsın ki bu da onların umuru değildir. Bitmek bilmeyen merakları, keşfetme içgüdüleri  hayranlık uyandırıcıdır. 
Ve ne güzel uyurlar hepsi. Sabah çok da erken olmayan bir saatte sokaklarda yürüdüğümde tüm sokak kedileri ve köpeklerinin kendilerince en uygun yere çekilip uyuduğunu görürüm hep. Çünkü doğrusu budur. Bunca koşturma, çaba, stresi yaratan biziz. Halbuki yaşam barınma, yiyecek ve uyumadan ibaret değil midir? Bir de cinsellik. Onu da doğru yaparlar onlar. Amaç üremek ve cinsel ihtiyacı bastırmaksa bunu yapar ve yollarına devam ederler. İşleri daha karmaşıklaştırıp farklı kalıplara sokma gereği duymadan. Anne olanların annelik sorumluluğunun süresi bellidir. Ondan sonra herkes kendi hayatından sorumludur. Anne onları emzirip temel eğitimlerini de verdikten sonra artık herkes kendi yolunu bulmak zorundadır. Bizdeki gibi bitmek bilmeyen bir sorumluluk değildir. 

Onlara baktığım zaman insan ırkının asında ne kadar zayıf, aciz, yaşamdan zevk almayan, en basit ihtiyaçları karşılamayı bile kendi kendine güçleştiren bir ırk olduğunu daha çok anlıyorum. Ne kadar yazık bize.. 

KARALAMALAR-4

Düşünüyorum da insanlardan sıkılıyorum ben ve daha ötesi sevmiyorum onları galiba. Hepsine karşı derin bir tahammülsüzlüğüm var. Sürekli bir yalnız kalma , tek başına olma isteği ile doluyum. 
Bunun ,son dönemlerde doğru insanlarla karşılaşmamış olması ile ilgisi  var mıdır? Bilmiyorum. Ama ben daha çok bunun benim ruh halimle ilgili olduğunu düşünüyorum.Ya da belki ruhsal bir bozukluk da olabilir. 
Yeni insanlarla tanışmak gibi bir çabam ve isteğim yok. eskilerle vakit geçirme isteğim de.. 
Kimseyle uzun uzun konuşmak istediğim konular yok. Hatta biri ile oturunca konu bulmakta da zorlanıyorum.Hemen uzaklaşmak istiyorum, kendi başıma kalmak. 
Defter ve kalemlerle dostluk daha anlamlı gelmeye başladı Aslında bu kadar asosyal değildim ben hatta fazla sosyaldim. Belki de o aşırı sosyallik yüzünden bu aralar bu hale geldim. Geçmişte sosyalleşme konusunda fazla seçici olmayınca bugün hepsi itici hale gelmeye başladı. 
Yaşadığımız toplum o kadar kötü bir yer oldu ki bunca kötülük içinde buna sebep olan bir ırkla yakın olmak, sevmek çok zor geliyor. Elbette kendimi de aynı ırkın içinde aynı yozlaşma ve kötülüğün bir parçası sayarak. 
Onbeş yaşında bir kız çocuğuna sekiz kişi tecavüz edebiliyoruz mesela biz ve dokuzuncu hatta yetmiş milyonuncu tecavüzcü olarak da mahkemelerimizde rızası var diyebiliyoruz vicdanlarımızı hiçe sayarak. O kız çocuğunun “otuz sekiz kiloyum ben, nasıl direneyim koca koca adamlara “ diye bağıran çığlığını duymazdan gelebiliyoruz. Ağızlarından salyalar akan o namussuzları iğrenç gülüşleri ile dışarı salıveriyoruz. Kapısında kocaman “Adalet” yazan görkemli binalarımızdan. 
İki yaşındaki Yusuf’un , ailesinin zorukla aldığı işitme cihazını kulağından çalabiliyoruz sokakta biz. İki yaşında bir çocuğun güçlükle sahip olduğu bir dünyayı elinden alıp onu tekrar sonsuz bir sessizliğe itmekten rahatsız olmadan.
Kundaktaki bebeklerimizin açlıktan , soğuktan donarak ölebildiği bir toplum bu. 
Ondört yaşında öldürülen çocukların terorist ilan edilip acılı ailelerinin meydanlarda yuhlanabildiği bir toplum. 
Çocuğa, kediye, köpeğe,ördeğe hatta su bidonuna tecavüz etmenin normalleştirildiği bir toplum, 
Küçücük kız çocuklarına oyun oynamak yerine gelin olmanın reva görüldüğü, kadınların ruh hastası kocaları,sevgilileri tarafından öldürülmesinin sıradanlaştığı,çirkin binaların ormanlara tercih edildiği bir toplum. Karşındaki her insanda bu toplumdan bir parça gördüğünü düşünüyorsun, elbet onlar da sende görüyordur aynısını. Bazen cümle  arasında  yakaladığını sanıyorsun bu hastalıklı toplumun izlerini paranoyakça. Haksızlık etme pahasına. 
“Sosyal yaşam daha az anlayışlı, empatiden uzak, tahammülsüz bir hal almışken bunu neden zorlayayım ki?” diye soruyorum kendime. 


KARALAMALAR-3

13.08.2010
CİN SHANGZOU HAVAALANI

Var olduğunu sandığın bir şeyin aslında var olmadığını farketmek mi yoksa var olmadığını düşündüğün başka bir şeyin aslında var olduğunu anlamak mı daha yıkıcıdır?
Yaşandığı koşullara göre her iki durumun da yarattığı etki farklıdır ama olmadığını düşündüğün bir şeyle baş etmek daha kolaydır.Koy götüne dersin çıkarırsın aklından bir süre sonra. Oysa hiç aklında yok iken ansızın var olduğunu farkettiğin şey artık hayatına, tüm hücrelerine varana dek girmiştir. Kaçamazsın, yok sayamazsın. Tek seçeneğin ;tüm bileşenleri ile birlikte hayatından söküp atmaktır ki bunu da çok kolay yapamazsın ve bir hayli de zaman alır. 
Sıradan bir insanın hayatında belki bir defa yaşayabileceği hatta bir çoğunun yaşamamış olabileceği bir yıkımı, kısa süre içinde defalarca yaşamak bir ceza mı? yoksa sınav mı? 
Veya tüm bunlar reel bir sürü sorunla boğuştuğumuz şu hayatta sürreal şeylerin aslında ne kadar boş ve değersiz olduğunu anlamamız için bir işaret mi? 
Yanan bir ormanın yerine yeniden ağaçların yetişebilmesi için toprağın, o alevlerin yarattığı tahribatı onarması gerekiyor. Bu da yıllar alıyor. Toprak yanan canını onarıyor ve ondan sonra yeni köklerin vücudunda hayat bulmasına izin veriyor. 
Biz de canımız yandığında o yanan yerimizin kendisini onarmasını bekliyoruz ki yeni deneyimlere hazır olalım. 
iki kişilik bir şey yok. Bireyler var,onların egoları,bencillikleri, öncelikleri, tercihleri var. Sen tüm bunlar arasında kendine ayrıcalıklı bir yer edinmeye çalıştığın noktada  hayal kırıklığına uğramaya mahkumsun. Paylaşmak sandığın olgunun aslında kullanılmak, şişirilen egolara pompa olduğunu anlayabildiğin anda ortada iki kişilik bir şey olmadığını da fark ediyorsun.
Ve o zaman sen de oyunu tek kişilik oynamaya başlıyorsun. Paylaşmadan, değer vermeden, beklemeden, sorgulamadan,üzerinde fazla düşünmeden, derin anlamlar yüklemeden, inclemeden ve bağlanmadan. Bunu yapamıyorsan canının yanmasından da şikayet etmeyeceksin. Bu benim seçimim diyerek hayal kırıklıklarına da, üzülmeye de , değersiz hissetmeye de hazırlıklı olacaksın. Başkalarını değiştiremeyeceğine göre ya kendin değişeceksin ya da bunları yaşayacaksın. Hayatı başkaları için değil, başkaları ile birlikte değil sadece kendin için yaşamayı öğrenmek kendini korumanın tek yolu. Bunu öğrenirken zaman zaman birilerini yıkıp geçebilirsin ama bu da senin yıkılıp geçilmekten kendini korumayı öğrenmenin bedeli. sen yapmazsan birileri sana yapıyor ve arkalarına bile bakmıyorlar. 
İnsan beyni garip çalışıyor. Kızgın ve kırgın olmakla vicdan arasında çok ince bir çizgi var. Hatanın telafisi için gösterilen çaba insanı hatanın kendisinden daha çok etkiliyor. Hatanın telafisi için hiçbir çaba göstermemek ise hata ve kayıtsızlık toplamından daha çok kızgınlık yaratıyor.

İnsanların yumuşak karnı hata yapma eğilimleri değil vicdan duyguları. Vicdan duygusu bazen insana ikili ilişkilerde kendi adına daha çok hata yaptırıyor veya hatalı kararlar aldırıyor daha da önemlisi alabileceğin kararlara engel oluyor. Yine de sonuçları istediğimiz gibi gözükmese bile vicdana teslim olmak en güzel yaşam yolu. 

KARALAMALAR-2

19.3.2015
İstiklal Caddesi

Bir süre sonra insanlar pek de umurunda olmuyor. Kimseyi değiştirmeye çalışmıyorsun, ne düşündüklerini, ne yaptıklarını umursamıyorsun. Yorulunca kendi kabuğuna çekilip küçük dünyanda tek başına kalabilmeyi beceriyorsun. Anın mutluluğunu yaşayıp derin hüzünleri tek başına atlatmayı öğrendiğin zaman kimseye ihtiyacın da kalmıyor. Kimileri buna yalnızlık diyebilir ben ise huzur diyorum. 
Sadeleşmek , hayatı sadeleştirmek ve bu sadeleşme içinde büyütmek... 
Bunca karmaşa, tüketim dürtüsü, kaos arasına sıkışmış basit ama tatmin edici hayatı ortaya çıkarmak bütün mesele. Hedefleri de basit seçerek büyük şeyler başarmak aslında hayatın gerçek anlamı. Hayatımızı oluşturan en temel en küçük unsurlarla bir bütün olabilmek ve bu küçük hedefleri gerçekleştirerek hayatı büyütmek  başarı .
Bizden sevmemiz, peşinde koşmamız söylenen şeylerin değil gerçekten varoluş sebeplerimiz için çabalamak, onlar için yaşamak mutlu olmanın temel anahtarı. 
Doğanın kokusunu alabilmek, bir ağaç gölgesinde serinlemek, aynı yağmurdan bir fare ile aynı korunma duygusu ile kaçabilmek, bir kediye, bir köpeğe sarılabilmek, onların sıcaklığını nefesini hissedebilmek, yeni sulanmış çimen kokusu ile güne başlayabilmek, çıplak ayakla toprağa basıp o eşsiz kucaklamayı yaşamak. 
Güneş yağlarını, gürültülü plaj müziklerini, pahalı mayoları, akşamüstü partilerini gözardı edip kendini sadece o suyun her yanını kucaklayan serinliğine bırakabilmek. Yüzünü güneşe dönüp o sıcaklığın seni öpmesine izin vermek. 
Bu kurgulanmış ve seni robotlaştıran düzenden kurtulmak, seni sadece tüketmeye yönelten bu yapay yaşamdan sıyrılmak, Giysilerin lime lime olana kadar giymeye devam etmek. 
Sana ait her giysinin, her eşyanın bir hikayesi olmalı. Geri kalanlar değersiz, boşa harcanmış para demek. 
 Sevdiğin kadınla ilk buluşmada giydiğin bir gömlek mesela, çok sevdiğin birinin cenazesinde üzerinde bulunan pantolon. Bir hikayesi, anlamı olmayan hiçbir şeyin hayatımızda da yeri olmamalı. Öyle hikayeleri olmalı ki gün gelip de kullanılamaz hale geldiklerinde de bir çöplüğe atılamayacak kadar kıymetli olmalı ve saygı görmeli o eşyalar. Belki kendi eşya kabristanımız olmalı, o hikayeleri hatırlamalı veya üşenmeyip yazmalı her eşyanın hikayesini. gittiklerinde unutulmamaları için. Onlar yaşadıklarımızın en yakın tanıkları çünkü, her biri bizim sırdaşımız. Aynı zamanda hayatımızın kayıt cihazı. Hangisine baksak hayatımızın belli bir kesiti ile iglili çok şey anlatır bize ama sadece bize. Başka kimseye değil. 
Bu satırları yazdığım deftere bakıyorum. Benimle o kadar uzun bir hayat yolculuğu yaptı ki. Dünyanın bir sürü yerine, hayatımın inişlerine , çıkışlarına. Buna basit bir defter olarak bakamam. Sayfaları dolduğu zaman onu bir köşeye atamam. Her bir sayfasındaki satırlarda kullanılan kalemin , mürekkebin bile bende hikayesi var. 
Annemin cenazesinde giydiğim gömleği bir daha giyermiyim bilmiyorum ama bu , onun dolabımın en özel köşesinde asılı durmasına engel değil. O gömlek benim annemle vedalaşma tanığım, o derin acının paydaşı, sırdaşı. 
Birgün oturup tüm eşyalarıma hikayelerini anlattırmak istiyorum. Benim kağıdım kalemim aracılığı ile. Uzun uzun ve hiçbir şeyi atlamadan. Belki Zippo çakmağım mavi tişörtümle kavga edecek hangisinin daha güzel şeylere tanıklık ettiği konusunda, belki iyice eskimiş spor ayakkabım gri kazağıma hayatımın en karanlık günlerinde yanımda sadece kendisinin olduğunu söyleyecek, ekoseli kaşkolum o gün öyle konuşmamam gerektiğini, bej paltom ise o cumartesi gecesi çok içtiğimi söyleyecek. 

Hepsini dinleyeceğim, sözlerini kesmeden, yorulmadan , uyumadan....